Transhümanizm, kökenleri Antik Çağ felsefelerine dayanan; insanın kendini aşma, yetkinleşme ve doğasını dönüştürme arzusunu merkeze alan bir yaklaşımdır. Özellikle 20. yüzyılda bilimsel gelişmelerin hız kazanmasıyla daha somut bir hâl almıştır.
Biyoteknoloji ise, canlı organizmalardan ya da bu organizmaların parçalarından ürün veya hizmet üretmek için yararlanan bir bilim ve teknoloji alanıdır.
Transhümanizmin toplumsal düzeyde hissedilir hâle gelmesi, 1970’li yıllardan sonra gerçekleşmiştir. Dijital devrim ve teknolojik hızlanma, transhümanist tahayyülleri yalnızca felsefi değil, aynı zamanda pratik ve politik bir zemine taşımıştır. Bu süreçte transhümanizm, bilimkurgu evreninden çıkarak akademik ve politik tartışmaların konusu hâline gelmiştir (özellikle 1980’lerde yazılan ütopyalar ve distopyalar bu düşünsel dönüşümün edebî izdüşümünü oluşturur; yapay zekâ temalı anlatılar ve insan-makine birleşimi üzerine kurgular ise bu dönüşümün teknolojik izdüşümüdür).
Biyoteknolojinin toplumsal düzeyde hissedilir hâle gelmesi ise transhümanizme kıyasla daha erken safhalarda ortaya çıkmıştır (M.Ö. 8000’li – 1800’lü yıllar: ekmek mayalama, alkol üretimi, bitki ve hayvan ıslahı). Yakın tarihte ise, 1865’li yıllarda Mendel’in kalıtım yasalarıyla, farkında olunmasa da biyoteknolojinin modern temelleri atılmıştır. Bu temellerin üzerine 20. yüzyılda;
• Penisilinin keşfi,
• DNA’nın çift sarmal yapısının ortaya konması,
• Rekombinant DNA teknolojisinin geliştirilmesi,
• ve son olarak ilk genetik mühendisliği ürünü ilacın üretilmesi (insülin),
biyoteknolojinin modern toplum içerisindeki yerini sağlamlaştırmasına sebep olmuştur.
Bu iki bilimsel olgunun — transhümanizm ve biyoteknolojinin — tıpkı birçok bilimsel süreçte olduğu gibi bir nevi logaritmik bir hızla gelişmesi, henüz toplumsal ya da felsefi uzlaşı sağlanmamış alanlarda bile somut ürünlerin (productların) ortaya çıkmasına neden olmuştur. İnsanların henüz etik ya da teorik düzeyde ortak bir karara varamadığı konularda bile bu alanlarda geliştirilen uygulamaların varlık kazanması, 21. yüzyılda (felsefi ve etik yaklaşımlarla birlikte) ciddi soru işaretleri ve tartışma başlıkları doğurmuştur.
Başlığımıza dönecek olursak: Transhümanizm ve biyoteknolojinin insanın edebiyet arzusuyla olan bağı ve bunun etik alandaki yeri, yukarıda sözünü ettiğimiz soru işaretleri ve tartışma başlıklarıyla doğrudan ilişkilidir. Çünkü bu iki bilimsel yaklaşım, yalnızca teknik gelişmelere değil, aynı zamanda insanın ne olduğu, ne olmak istediği ve ne olmaktan korktuğu sorularına da cevap aramaktadır.
Bu noktada yazının problematik kısmına geliyoruz. Transhümanizmin ve biyoteknolojinin günümüzdeki etkileri üzerine yapılan tartışmalar, bu iki olgunun sadece bilimsel değil, aynı zamanda varoluşsal, estetik ve etik düzlemlerde nasıl bir iz bıraktığını anlamamıza yardımcı olur.
Transhümanizm ve Edebiyet Arzusu
Öncelikle, transhümanizmin edebiyet arzusuyla olan bağını ele almak gerekirse: Edebiyet, insanın yalnızca yaşama değil, var olma ve kalıcı olma arzusunun ifadesidir. Bu anlamda edebiyat, insanın sonsuzlukla kurduğu en eski ve en derin bağlardan biridir. İnsan, bu dünyada bir iz bırakmak; benliğini, anılarını, duygularını ve düşüncelerini zamanın ötesine taşımak ister. İşte bu yüzden, insan varlığını sürdürmek için duygularını, teknolojiyi ve zaman zaman inancı bir bütün hâlinde kullanır. Bu üç unsurun birleşimi, onu sadece yaşayan değil, kendini gelecek zamana aktaran bir varlık hâline getirir.
Transhümanizm, tam da bu arzunun teknolojik karşılığı olarak ortaya çıkar. Sadece bedeni değil, zihni, bilinci ve anlam üretme kapasitesini geleceğe taşıma iddiasındadır. Ancak bu iddia, beraberinde birçok problemi de getirmektedir. Bu problemlerden bazılarına örnek vermek gerekirse; transhümanizmin tanımında yer alan “insanı geliştirmek, insanlığı aşmak, fiziksel, zihinsel ve psikolojik kapasiteyi ileri taşımak” gibi ifadeler, insanı nihayetinde bir nevi insanüstü bir product’a dönüştürmeyi amaçlar.
Tam da bu noktada sormamız gereken temel bir soru vardır: Bu yolda ulaşılabilen varlık hâlâ “insan(?)” mıdır? Bu yolculuğun sonunda ortaya çıkacak olan varlık, insanın özünü, yani duygularını, kırılganlığını, ahlaki yönünü koruyacak mıdır? Yoksa transhümanist idealler uğruna “insanlık(?)”, insan olmaktan çıkacak mıdır? Eğer bu dönüşüm gerçekleşirse, insan sonrası bir varlık için “insan etiği” diye bir şey kalacak mıdır? İnsanı aşmış bir product karşısında, hâlâ “etik”, “değer”, “sorumluluk” gibi kavramları kullanmak mümkün müdür? Ve daha da önemlisi: İnsana özgü olmayan bir varlık için, insana özgü etik kurallar geçerli olabilir mi?
Bu soru bizi şu noktaya taşır: Transhümanizmi destekleyenler, fikirlerini savunurken genellikle şunları söylerler:
> “Biz insanlığa katkı sağlıyoruz. Bize karışmayınız. Yaptığımız her şey, insanın gelişimi içindir. Bu, insanın doğasında vardır.”
Ancak tam da burada, az önce sorduğumuz soru devreye girer:
> “insan(?)” hâlâ insan mıdır?
Hayır — insanın yalnızca gelişmesine değil, insanlığını kaybetmesine neden olan bir sürecin içindeyiz. Siz insanlığın doğasında olan bir şeyi büyütmüyor, onun doğasını dönüştürüyor, hatta “insanlık(?)” dediğimiz o kırılgan, ölümlü, duyarlı özü yok ediyorsunuz. Bu noktada mesele, yalnızca bilimsel bir ilerleme değil; insan olmanın anlamına dair bir kayıptır. Ve işte bu yüzden, bu tartışma yalnızca teknik bir mesele değil, aynı zamanda ahlaki, varoluşsal ve edebiyetle ilintili bir krizdir.
Transhümanist akımı destekleyen insanların çoğunun kaçırdığı temel bir nokta, insanı yalnızca beden ve zihin düzleminde değerlendirmeleridir. Oysa insan, yalnızca biyolojik ya da nörolojik bir varlık değil; beden, zihin ve ruh yüklemesiyle meydana gelmiş bir subjedir. 1990’lı yıllarda yapılan bazı bilimsel araştırmalar, insan zihninin dijital ortama aktarılabileceği fikrini gündeme getirmiştir. Ancak bu ve benzeri yaklaşımlar, insanın ruhani boyutunu bütünüyle es geçmiştir. Bu durum, transhümanist vizyonun ne denli kör bir çizgide ilerleyebileceğini, destekleyen görüşlerin ne kadar tehlikeli sınırları aşabildiğini göstermektedir.
Ruh gibi merkezi bir varlık katmanını yok saymak; onu hesaba katmamak bir bilimsel tercih değil, felsefi ve varoluşsal bir gaflettir. Zira ruh, İslami açıdan ele alındığında, bedenin yaratılışından önce var edilmiş; insanın anlamını ve iradesini taşıyan asli unsurlardan biridir. Ruh, bedenle birleştiği anda, insanı insan yapan nitelikleri — özellikle de düşünebilme yetisini — kazandırır. Dolayısıyla, bilgisayar ortamında benim zihnimi simüle eden bir yapay zekânın benim yerime geçebileceği fikri, sadece teknolojik değil, aynı zamanda ontolojik düzeyde de bir yanılgıdır. Çünkü ruhsuz bir varlık, ne kadar gelişmiş olursa olsun, insan olamaz.
Burada, “Ruh olmadan insan olamaz” şeklinde bir iddia ortaya koymuş bulunuyoruz. Önceki metinlerde bunun İslami açıklamasını bir nebze sunmuştuk: Tekrar hatırlatmak gerekirse, ruh, bedenden önce yaratılmıştır. Bedenin varlığına sonradan ruhun eklenmesiyle, insanoğlu meydana gelmiştir. Bu anlayış, insanı sadece fiziksel bir yapı olarak değil, ruhî boyutuyla tamamlanan bir varlık olarak ele alır. Ancak şimdi bu iddiayı İslami referanslar dışında, bilimsel bir düzeyde ele almaya çalışalım.
Bilimsel düşüncede objektif olmak esastır. Bu nedenle, bu noktadan itibaren yazıyı bilimsel temelde sürdürebilmek adına, kendi inanç ve sezgisel görüşlerimden bilinçli biçimde uzak duracağım. Çünkü yazar olarak şahsi görüşüm, ruhun yalnızca duygusal değil, aynı zamanda mantıksal düşünceye de sahip olduğu yönündedir. Hatta daha açık olmak gerekirse, ben ruhun zaten zihni barındıran bir yapı olduğuna inanıyorum. Ancak bu, bilimsel zeminde subjektiflik yaratabileceği için, ruh ve zihni bundan sonra yazının ilgili kısmında birbirinden ayrı olarak ele aldım.
Bu çerçevede biz de, bilimsel objektifliği korumak adına, insanı oluşturan üç temel bileşeni — ruh, zihin ve beden — ayrı ayrı değerlendiriyoruz. Bu üç unsurun birbirleriyle olan ilişkisi asimetrik değildir; her biri, bir diğerine dokunan ve insanın bütünlüğünü kuran yapılardır.
Öncelikle beden kavramından ilerleyelim: Robotların bir bedeni var mıdır? Evet, fiziksel bir varlığa sahiptirler. Peki, mantıksal çıkarımlar yapabiliyorlar mı? Evet — algoritmalar, veriler ve programlama aracılığıyla. Bu durumda, beden ile zihin arasında işleyen bir mekanizma vardır.
Ancak burada şu soru ortaya çıkar: Robotların duyguları var mıdır? Hayır. Peki bir insanın? Evet — insan korkar, sever, özler, utanır, utandığını bile hisseder. İşte tam bu noktada zihin ile ruh arasındaki ilişki belirir. Zihin, hem bedensel işlemlerle hem de ruhsal derinlikle bağlantılı bir düzlemdir.
Özetlemek gerekirse: Ruh-zihin-beden üçlemesinde ruh eksikse; geriye beden, zihin ve bu ikisinin birleşiminden doğan mantıksal düşünme kalır. Ancak bu yapı, duygusal düşünmeden yoksundur. Beden eksik olduğundaysa, yalnızca ruh ve zihin kalır. Bu durumda duygusal derinlik ve bilinç korunur, ancak fiziksel dışavurum ve uygulama kapasitesi zayıflar; yani bu kez mantıksal-işlevsel etkinlik sınırlanır.
Bu ayrım, bilimsel ya da inanç temelli yaklaşım fark etmeksizin şunu gösterir: İnsan, yalnızca bir sistem değil; ruh, zihin ve bedenin eşzamanlı etkileşimiyle varlık kazanan özgül bir varlıktır.
Biyoteknoloji ve Edebiyet Arzusu
Biyoteknolojinin tanımını hatırlatmak gerekirse: Biyoteknoloji, canlı organizmalardan ya da bu organizmaların parçalarından ürün veya hizmet üretmek için yararlanan bir bilim ve teknoloji alanıdır. Biyoteknoloji, Transhümanizmden farklı olarak, insanüstü bir varlık yaratmayı hedeflemez. Bunun yerine, canlıların; canlı organizmaların, canlı organizmaların oluşturabildikleri ürünleri, parçalarını veya salgılarını kullanarak hizmet üretmeyi amaçlayan bir alandır. Bu kapsam altında sadece insandan değil, bakterilerden, virüslerden, kısaca akla gelebilecek her organizmadan faydalanmayı esas alır.
Yazar olarak, biyoteknolojinin faydalarının çok olduğunu; insanoğlu için vazgeçilmez bir düzeye geldiğini düşünüyorum. Biyoteknoloji, günümüzde gerçekten çok çok önemli işlere yardımcı olmaktadır. Bu önemli işlere birkaç tane örnek verilebilir:
GDO teknolojisi sayesinde daha verimli ilaçlar üretilebilmekte, Tarımda daha dayanıklı ve besleyici bitkiler, meyve ve sebzeler geliştirilebilmekte, Genetik mühendisliğiyle hastalıkların tedavisi mümkün hale gelmektedir.
Lakin, bu faydalarının yanında çok riskli sularda yüzdüğü ve tıpkı bir bıçağın keskin tarafının olması gibi dikkat ve özenle ele almamız gereken kısımları da vardır. Keza bu tehlikeli kapsam altında, insanoğlunun doğurabileceği çocukları için; kaş-göz rengi, saç rengi, boy, zeka, ten rengi gibi özelliklerini belirleme, seçme ve doğmadan önce bu özelliklere müdahale etme imkânı tartışmaya açık bir konudur.
Şimdi bunun edebiyet arzusuyla ilişkisi ne? 30-40 yaşındaki bir insan için, günümüzde belli başlı hastalıklar vardır. Ve biz bu hastalıkları, gen tedavisi dediğimiz yöntemlerle veya diğer biyoteknolojik müdahalelerle tedavi edebiliyoruz. Bu artık açıkça belirtilmesi gereken bir konu bile değildir.
Ama benim burada bahsetmeye çalıştığım mevzu, doğacak çocuklarımızın bu fenotip’e özgü özelliklerini değiştirebiliyorken, neden bağışıklık düzeyini, savunma sistemini, hastalıklara karşı direncini de geliştiremeyelim? Bu durumda onlara da bir etkimiz olabilir. Ve bu, bir nevi hastalanmayan, bağışıklığı çok güçlü bir insan organizması yaratabilir bize.
Bugün bile anne karnında gelişen bebeğin sahip olabileceği hastalıklar konusunda fikir sahibi iken, müdahale edip etmemenin etik olup olmadığını tartışıyoruz. Bunda bile fikir sahibi değilken, gelecekte böyle bir durum karşısında yorum yapmak çok zor. Burada bilimsel açıdan elimizde karşıt argüman ya da destekleyici argüman sunmanın çok bir faydası olduğunu düşünmüyorum.
Yazar olarak bu konuyu İslami açıdan ele alacak olursam, bilimsel açıdan ele aldığımızdan çok da farklı olmadığını söyleyebilirim.
İslam fıkhında olan bir konunun, bir olgunun; zamana bağlı olarak — yani hangi yüzyılda olduğuna göre — farklı değerlendirmelere tabi tutulacağı bilinmektedir (örnek: bineğin günümüzde araba sayılması gibi).İslam fıkhı, farklı dönemlerin kendi koşulları altında incelendiği için, İslami açıdan da edebiyet arzusu ile ilgili şu anlık kesin bir yorum yapmanın zor olacağını düşünüyorum.
Lakin, edebiyet ve İslam konusunda bir fikir belirtmem gerekirse bir kaç tane hadis atacağım. Bu hadisler üzerine, hastalıklara karşı tedavi olmamız gerektiğini; lakin, ölümsüzlüğün imkânsız olduğunu düşünüyorum:
Ebu’d-Derdâ (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: ‘Allah Teâlâ Hazretleri hastalığı da ilacı da indirmiştir. Ve her hastalığa bir ilaç var etmiştir. Öyleyse tedavi olun. Ancak haram olan şeyle tedavi olmayın.’” (Ebu Dâvud, Tıbb 11, \[3874])
[Ebu Dâvud ve Tirmizî’de şu ziyade var: “Tek bir hastalığın ilacı yoktur.” dedi. Kendisine: “O hangi hastalıktır?” diye soruldu da: “İhtiyarlık!” cevabını verdi.”
Bu iki kavram üzerinde son bir bütünleme yazısı yazmam gerekirse; şimdiye kadar yazıya aldığım metinlerde bilimsel düşüncelerimi zaten belirttiğimi söyleyebilirim. Lakin asıl yaklaşımımın, meselenin özüne dair tutumumun İslam fıkhı açısından olduğunu belirtmem gerekir.
İslam fıkhında her dönemin, o döneme ait şartlar altında değerlendirildiği açıktır. Bu da demek oluyor ki, henüz gelinmemiş bir dönemin, kendi şartları bilinmeden, o dönem hakkında net hükümler vermek, yani yorum yapmak, doğru ve isabetli bir yaklaşım olmayacaktır. Dolayısıyla, bu yazıda sunduğum analizlerin pek çoğu teorik düzeyde ele alınsa da; nihai karar ve değerlendirmelerin, yaşanacak koşullara göre, o koşullar içinde yapılmasının daha tutarlı olacağı kanaatindeyim.